8 Nisan 2015 Çarşamba

45) Göksel Kürelerin Devinimi

Apollo 17 uzay aracının üç kişilik mürettebatı 7 Aralık 1972 tarihinde Ay'a doğru gerçekleştirdikleri uzay yolculuğunda yeryüzünden yaklaşık 45,000km yukarıdan Dünya'nın uzayın karanlık sularının dibine batışını izliyorlardı. Yaşam alanları içinde bulundukları küçücük bir kabindi. Bilinen tüm insanlık tarihi ise önlerinde duran mavi incinin üzerini kaplayan incecik bir zarın içerisinde gerçekleşmişti. Dünyamız, uzay aracının mürettebatı önünde bir fotograf makinesinin objektifine sığacak kadar küçülmüştü. Güneş, uzay aracının tam arkasında kalmıştı ve önlerinde yeryüzü apaydınlık bir biçimde duruyordu (45.1). Yükseliyor ve yükselmeye devam ediyorlardı.

45.1. Yerkürenin bir insan tarafından çekilmiş ilk fotografı [1].

Dünya'nın uzay boşluğunda serbest bir biçimde düşmeksizin yüzdüğünü dile getiren ilk kişi Miletli filozof Anaksimandros (MÖ 610-546) olmuştur. Evrenin geometrik bir düzeni olduğunu ve Dünya'nın da bu düzenin merkezinde bulunduğunu savunmuştur. Yıldızların hepsinin Dünya'ya eşit bir uzaklıkta olduğu yanılgısına kapılan Anaksimandros, yıldızların, Ay'ın ve Güneş'in birer yörünge çemberine sahip olduklarını ve birbirlerine olan uzaklıkları arasında oransal bir ilişki bulunduğunu düşünmüştür. Yaşadığı devrin üç sosyal sınıfı olan aristokratlar, orta sınıf ve köylüler arasındaki eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasının tek yolunun bu sınıfların bir isonomia (eşitlik) içerisinde agora'da (merkezde) buluşması ile mümkün olacağını düşünüyordu. Anaksimandros'un kozmolojik modelindeki göksel çemberleri de bu sınıflar arasındaki sosyo-politik ilişkilerden ilham alarak ortaya koyduğu düşünülmektedir. Güneş en dıştaki ve Dünya'ya en uzak yörünge çemberinde bulunurken, Ay'ın onun altındaki bir yörüngede, yıldızların ise en altta Dünya'nın etrafını saran bir kürede bulunduklarını tasavvur etmiştir. Anaksimandros'a göre mevsimler, Ay ve Güneş'in yörüngelerinin kuzey-güney ekseninde hareket etmesi ile oluşmaktadır (45.2). Bu kozmolojik düzende Güneş'in en üst yörüngede bulunması tesadüf değildir. Bir kişinin ve toplumun ulaşılabileceği en üstün erdemleri Güneş temsil ettiği için Güneş'in yörüngesi en üst katmandadır. Bu bağlamda Anaksimandros kendisinden iki yüzyıl sonra yaşamış olan Platon (MÖ 423-347) gibi daha üstün bir toplumsal düzenin göksel kürelerin devinimlerinin örnek alınarak oluşturulabileceğini savunmuş bilinen ilk ütopyacılardandır [2].

45.2. Anaksimandros'un evreninde (a) yaz ve (b) kış mevsimleri [3].

Platon, Devlet adlı eserinde sağlıklı ve mutlu bir toplum hayatı için gerekli olduğunu düşündüğü bir devlet modelini anlatır. Bu eserinin altıncı kitabında Sokrates ve Glaukon arasında geçen bir diyalogda Sokrates (MÖ 469-399) iyi kavramı ile Güneş arasında bir analoji kurar. Buna göre Güneş, ışığı ile cisimleri görmemizi sağlar. Görmenin kaynağı Güneş'tir. Benzer bir biçimde de iyi ideası nesnelere gerçekliklerini, akıllara da bilme gücünü verir. İyi, gerçeğin ve bilginin kaynağıdır. Ama, bilim ve gerçek ne kadar güzel olursa olsunlar, iyi ideası onlardan ayrı, onların çok üstündedir. Görünen dünyada ışığın ve gözün Güneş'le yakınlığı doğru, ama onları Güneş saymak yanlış olduğu gibi, kavranan dünyada da bilim ve gerçeği yakın saymak doğru, ama onları iyinin ta kendisi saymak yanlıştır. Sokrates'e göre iyinin doğurduğu varlık Güneş'tir. İyi, Güneş'i kendine eş olarak yaratmıştır [4].

45.3. Jan Saenredam'ın "Platon'un Mağarası" gravürü [5].

Sokrates, Güneş ve iyi ideası arasındaki ilişkiden yola çıkarak insan ruhunun iyi ideasını kavrayabilmesi için geçirmesi gereken süreci alegorik bir hikaye ile anlatır. Bu hikayeye göre bütün hayatları boyunca bir mağaradaki duvara zincirle bağlı olarak yaşamış bir grup insan vardır. Zincirli oldukları duvarın arkasında ise bir lamba yanmaktadır ve  bu insanlar yalnızca bu ışığın önünden geçen objelerin önlerindeki duvara yansıyan gölgelerini izlemektedirler. Esaretten kurtulmadıkça hakikati göremeyecek olan bu kimseler, ancak objelerin mağara duvarına yansıyan gölgelerini görebilmekte ve bu gölgelere bakarak, o objeler hakkında yalan yanlış yorumlar yapmaktadırlar (45.3). Bu mahpuslardan biri kurtarılıp yıllarca gölgelerini izlediği kuklalara ve insanlara bakması sağlanırsa gördüğü gerçekler karşısında oldukça şaşıracaktır. Işığın kaynağı olan lambaya bakması sağlanırsa da bu defa gözleri kamaşacak ve acı çekecektir. Daha da ileri gidilir ve bu mahpus zorla günışığına çıkarılırsa belki de ışık onun için o kadar şiddetli olacaktır ki ışık mahpusu kör edecektir. Bu sebeple Sokrates, bu mahpusa önce gölgelerin, sonra insanların ve nesnelerin sudaki yansımalarının, sonra da bu cisimlerin kendilerinin sırayla gösterilmesi gerektiğini söyler. Daha sonra da, gözlerini yukarı kaldırıp, Güneş'ten önce yıldızları, Ay'ı, ve gökyüzünü seyretmesi gerektiğini anlatır. Nihayet, mahpus tüm bu zorlu sürecin sonunda hakiki ışığın kaynağı Güneş'e doğrudan bakabilecek hale gelir [4]. Bu alegorik hikaye, tıpkı mahpusun ışığın kaynağını görebilmesi için bu zorlu süreçten geçmesi gerektiğini anlattığı gibi, ruhumuzun iyi ideasını kavrayabilmesi ve ona ulaşabilmesi için de yaşamımız boyunca duyularımızın bizlere sunduğu tüm ipuçlarını bilimin ışığında değerlendirmemiz gerektiğini anlatır.

45.4. Mars'ın 2016 yılında gerçekleştireceği retro (gerileme) hareketi.

Platon'un akademisinde yetişmiş bir filozof olan Aristoteles (MÖ 384-322) gökcisimlerinin ilahi bir ilk devindirici tarafından harekete geçirildiği ve gökcisimlerinin kusursuz cisimler olmaları gerektiği sonuçlarına vardı. Aristoteles'e göre gökcisimlerinin hareketini sağlayan ilahi bir güçtü. Tüm gökcisimleri kusursuz birer küre biçimindeydiler ve dairesel yörüngelerinde ilahi güçler tarafından hareket ettiriliyorlardı. Fakat Aristoteles'in kozmolojik modelinin önemli bir eksiği vardı. Gezegenlerin gözlenen bazı düzensiz hareketlerini açıklamakta yetersiz kalıyordu. Gezegenler kimi zaman yavaşlıyor, kimi zaman hızlanıyor, kimi zaman ise bir süre yörüngelerinde ters istikamette ilerliyorlardı (45.4).

45.5. Mars'ın 1580-1586 yılları arasında Kepler tarafından gözlenen yörüngesel hareketi [6].

İznikli Hipparkos (MÖ 190-120) gökcisimlerinin hareketlerinin gözlemler yoluyla anlaşılabileceğini düşünmüş, sistematik bir biçimde astronomi gözlemlerini kayıt altına almıştı. Gökcisimlerinin hareketlerinin belirli bir düzeni olduğu anlaşılıyor, fakat dönemin kabul edilen kozmolojisi ile uyuşmuyordu (45.5). Nihayet, Aristoteles'ten iki yüzyıl, Hipparkos'tan ise tam bir yüzyıl sonra yaşamış olan İskenderiyeli gökbilimci Klaudios Ptolemaios (90-168), astronomi çalışmalarında metafizik ve gözlemlerinin önüne matematiği koydu. Gökcisimlerinin hareketlerinin matematiksel ifadelerini küresel trigonometrinin yardımı ile açıklamayı başardı [7]. Ptolemaios'un modeline göre her bir gezegen, Dünya'nın etrafında, merkezi Dünya'dan şaşan büyük çember bir yörünge (deferent) üzerinde ilerlerken bir yandan da ilmek (epicycle) olarak adlandırılan küçük çember bir yörüngeyi takip ediyordu (45.6).

45.6. Ptolemaios'un yer-merkezli modelinde gezegenlerin düzensiz hareketlerinin açıklaması.

Eseri Almagest'te Dünya'nın küre şeklinde olduğunu ve evrenin merkezinde bulunduğunu; yıldızların doğuş ve batışlarındaki birliktelikten göksel kürelerin hareketlerinin bütün zamanlar için geçerli olduğunu; tüm bu kürelerin hareketinin, tümünün üstünde, tümünü kuşatan ve doğudan batıya doğru hareket eden  büyük bir küre aracılığı ile gerçekleştiğini savunmuştur (45.7). Ptolemaios, eseri Almagest'te gezegenlerin sırası üzerine de tartışmıştır, fakat bunu belirlemenin matematiksel bir yolu olmadığı sonucuna varmıştır. Merkür ve Venüs'ün Güneş ile hareket etmesinden yola çıkarak yörüngelerinin Güneş'in altında olması gerektiğine karar vermiş; Mars, Jüpiter ve Satürn'ü de Göksel Küre üzerindeki periyodik hareketlerini tamamlama hızlarına göre sırayla yukarıdan aşağıya doğru yörüngelere yerleştirmiştir [8]. Bu dönemin sonunda gökcisimlerinin hareketlerinin varoluşsal ve fiziksel tüm gerekçeleri makul bir seviyede açıklanmıştı. İlk devindiricinin ilahi müdahalesi ile hareketlerine başlayan gökcisimleri hareketlerini kusursuz bir biçimde sonsuza dek devam ettiriyorlardı [9].

45.7. Planisphaerivm Ptolemaicvm [10].

Göksel kürelerin hareketlerine atfedilen bu bozunmazlık ve ilahi özellikler sebebiyle gökcisimlerinin dünyasal özellikleri olamayacağı düşüncesi gelişti. Var olan tüm maddelerin ateş, su, toprak ve hava kökenli olduğuna inanılması sebebiyle gökcisimlerinin hepsinden farklı beşinci bir elementten - esir (ether) adlı bir maddeden - yaratıldıkları düşünülüyordu. Katı, sıvı veya gaz olarak tanımlanamayan esir ancak benzetmelerle betimlenebilirdi. Gezegenlerin yörüngelerini üst üste duran esirden yapılma kürelerin dışbükey ve içbükey çeperleri arasında oluşan boşlukların oluşturduğu düşünülüyordu. Gezegenler bu boşluklardan oluşan yörüngeler içerisinde ilerliyorlardı. En üst katman ise Latince bir terim olan firmament - kristalize olmuş ve buzlaşmış bir su tabakası gibi tarif edilen yapı - tarafından taşınıyordu. Bu küresel sınırın üstü ise tüm bu düzeneği yaratan ve işlemesini sağlayan ilahi kudrete aitti (45.8). Eski Ahit'in Yaradılış (Tekvin) bölümünün altıncı maddesinde bu yapı "suların ortasında bir kubbe olsun, suları birbirinden ayırsın" diye tarif edilmiştir [11].

45.8. Sema'yı resmeden 1377 tarihli bir çizim [12].

Takip eden yüzyıllarda gökyüzünün deneyimlenen yapısı metafiziksel kozmolojiyi ve insanların manevi dünyasını etkilemeye devam etmiştir. İslam coğrafyasının yetiştirmiş olduğu en dikkat çeken filozoflardan biri olan İbn-i Tufeyl (1106-1186) tarafından yazılan Hay bin Yakzan öyküsünde ıssız bir adada tek başına doğup büyüyen bir kimsenin hayatını belli bir düzene sokarak ruhani hakikate ulaşması anlatılır. Hakikat arayışına doğal yaşamı gözlemleyerek başlayan Hay bin Yakzan önce hayvanların ve bitkilerin yaşamlarını inceler. Hayvanların vahşi davranışlarını ve bitkilerin atıl duruşlarını ve ölümlülüklerini gözlemleyerek bir çözüm bulmayınca göklere, yıldızlara bakar. Tümünün belirli bir düzen içinde muntazam hareket ettiklerini gözlemler. Gökcisimleri saydam ve aydınlıktırlar. Üstelik bozulma ve değişmeye de uğramadıklarını düşünür. Böylece Hay, gök cisimlerinde cisimlikten arı bir varlık olduğunu ve bu sebeple daha üstün bir Ulu Varlık'ı anlayabilecek bir öze sahip olduklarını düşünür. İnsan da, bütün güçsüzlüğüne, dünyevi işlere şiddetle bağımlı ve bozulur cisimlerden olmak gibi eksik nitelikleri taşımasına karşın, Ulu Varlık'ı anlama arayışında olan bir öze sahiptir. Bu karşılaştırmayla gök cisimlerinin bu Ulu Varlık'ı bilmeye yetenekli bir öze sahip olmak konusunda insandan daha üstün ve hak sahibi olduklarını düşünür. Çünkü Hay'a göre gök cisimleri, bu varlığı bilir, sürekli ve edimsel müşahede ve teşbih içinde bulunurlar. Gök cisimlerinde, kendisini zaman zaman bu müşahededen ve teşbihten alıkoyan doğal engel ve ilişkilerin benzerleri yoktur [13]. Nitekim, İslam dininde gökcisimlerinin manevi dünyamız ile olan ilişkisi İsra suresi 44. ayette "Yedi gök, yer ve bunların içindekiler O'nu teşbih ederler. Onu övgü ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların teşbihlerini anlamazsınız" diye tanımlanmıştır.

45.9. Zekeriyya bin Muhammed el-Kazvani'nin göksel küreleri betimleyişi [14].

Hay, uykusunu, hareketlerini, beslenmesini ve tüm davranışlarını göksel kürelerin hareketlerine göre bir düzene sokarak varoluşu kavramaya ve hayatını anlamlandırmaya kendini adar. Düzenli olarak gerçekleştirdiği meditasyonlarla gök katmanlarında yükselir ve ötesinde hiçbir cisim bulunmayan en yüce gök katında maddeden arınmış bir öze ulaşır. Bu öz, gerçek ve bir olan Öz'ün kendisi olmadığı gibi, göğün kendisi de değildir. Fakat başka bir şey de değildir. En yüce gök katının aşkın özü, yüce ve Ulu Varlık'ın özünü müşahede eder. Sonra en yüce gök katının altındaki sabit yıldızlar katında da maddeden aşkın bir öz görür. Hay bin Yakzan, yukarıdan aşağı doğru, bütün gök katlarını müşahede ederek bütün parçalarıyla Ay katı içinde bulunan oluş ve bozuluş dünyasına kadar gelir. Oluş ve bozuluş dünyasına özgü olan bu öz, çalkalanan bir suda görülen Güneş'in sureti gibidir. Bu suret, yukarıdan aşağı doğru sıralanan aynalar düzeneği içinde, Güneş'in karşısındaki ilk aynadan başlayan yansımanın sona erdiği son aynadan suya yansıması gibidir [13]. Bu tasvir ile Hay bin Yakzan'ın öyküsü Platon'un Mağarasındaki mahpusların iyi ideasını temsil eden Güneş'e ulaşmak için esir oldukları mağaradan adım adım dışarıya çıkıp günışığına ulaşmalarına oldukça benzer (45.9).

45.10. Tusi çiftinin matematiksel tanımı [15].

Ayrıca Hay bin Yakzan öyküsünde iki karaktere daha yer verilmiştir; Absal ve Salaman. Absal, öykünün sonlarına doğru inzivaya çekilerek ibadet etmek için Hay'ın adasına gelen bir Müslümandır. Salaman ise Absal'ın terk etmiş olduğu anayurdunun zalim kralıdır. Öykünün ezoterik anlamını araştıran filozof Nasir al-Din al-Tusi (1201-1274) Salaman ve Absal isimlerinin rastgele seçilmiş olamayacağını düşündü. Huneyn bin Ishak (809-873) ve İbn-i Sina (980-1037) tarafından yazılmış başka öykülerde de Salaman ve Absal isimlerine ulaştı. Bu öykülerde iki ismin farklı anlamlar taşıdığını fark etti. Ayrıca bu öykülerde Salaman'ın bir kral, Absal'ın ise onun kardeşi olarak aktarılması eski ahitte yer alan Kral Süleyman ve kardeşi Abşalom'u andırıyordu. Huneyn'in Salaman ve Absal öyküsünde yer alan ipuçlarını değerlendiren Nasir al-Din Tusi, bu eserin Yunancadan çevrilmiş olabileceği sonucuna vardı [16]. Aslına bakılırsa tüm bu kozmogoni birbiriyle ilişkili ve sürekliliği olan bir yapıyı sergiliyordu. Tusi, bir bilim adamı olarak cevabı göklerde aramaya karar verdi. Ptolemaios'un ekuantlarına (punctum aequans) ihtiyaç duymaksızın gezegenlerin (özellikle Merkür'ün) düzensiz hareketlerini gözlendikleri gibi tasvir edebilen matematiksel bir modeli (Tusi Çifti) Al-Tadhkira adlı eserinde ispatladı. Tusi çifti, gezegenlerin düzensiz hareketlerini açıklamaya yarayan ilmek yörüngesinin (epicycle) merkezinden gezegenin asli yörüngesine (deferent) sabit bir uzaklığı bulunması gerektiğini, asli yörünge merkezinden uzayan yarıçapın ilmek (epicycle) yerötesi (apogee) ile kesişmesi gerektiğini geometrik olarak göstermiştir (45.10). Böylece, Tusi çifti ile Dünya tam olarak evrenin merkezine yerleştirilebiliyor, gezegenlerin ilmek yörüngeleri Dünya'yı merkeze alan bir yörünge etrafında dönebiliyordu [17].

45.11. Dante Alighieri göğün katlarında Cennet'e yükseliyor [18].

Nasir al-Din al Tusi'nin çalışmalarını yaptığı Maraga Rasathanesi o tarihlerde doğudan ve İber Yarımadası'ndan birçok astronomun ve öğrencinin ziyaret ettiği bir bilim merkezi haline gelmişti. Tusi'nin Tadhkira eseri bu coğrafyada oldukça tanınan bir kaynak olmuştu. Tadhkira'nın Rönesans'a kadar  Latinceye çevrildiğine dair bir delil hala bulunamadıysa da böylesine önemli bir eserdeki bilgilerin Avrupa'ya aktarıldığına hiç şüphe duyulmamaktadır. Nitekim, Fransız gökbilimci Nicole Oresme (1325-1382) Gökküre ve Yerküre Kitabı (Le Livre du Ciel et du Monde) adlı eserinde gezegenlerin hareketlerini tasvir etmek için Tusi Çifti'nden faydalanmıştır [19]. Oresme, eserinde Dünya'nın hem kendi etrafında hem de Güneş'in etrafında dönüyor olabileceğini dile getirmiştir. Fakat yaşadığı dönemin köklü inanç sistemine karşı elinde savunabileceği kanıtları olmadığı için Güneş merkezli bir sistem üzerinde ısrar edememiştir [20]. Nitekim, Avrupa da Doğu gibi hala dini otoritelerin etkisi altındaydı. Ortaçağın önde gelen şairlerinden İtalyan Dante Alighieri (1265-1321) dönemin felsefi ve edebi seviyesini mükemmel bir biçimde aktaran İlahi Komedya adlı destansı şiirinde çıktığı manevi bir yolculukta önce yerin alt katmanlarında bulunan Cehennemde ilerleyişini, sonra da göğün katlarında Cennete yükselişini anlatıyordu (45.11). Cehennemin kasvetli katmanlarında geçirdiği yolculukta Avrupa ve İtalya tarihi için olumsuz etkiye sahip figürlere rastlarken, göğün katmanlarında yaptığı Cennete yükseliş yürüyüşünde ise Dante için tarihte itibar sahibi olan kişilere rastlıyordu [21]. Dante'nin İlahi Komedyası da Platon'un mağarası ve İbn-i Tufeyl'in Hay bin Yakzan öyküsü gibi Dünya'nın evrenin merkezinde olduğu bir kozmolojinin felsefi öğretisini takip ediyordu.

45.12. Copernicus'un Tusi Çifti anlatımı [22].

İstanbul'un 1453 yılında Osmanlı İmparatorluğu tarafından fethedilmesinden sonra Avrupa devletleri üzerindeki Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu tehdidi ve Hristiyanlık üzerindeki Ortodoksluk ikilemi ortadan kalktı. Katolik Hıristiyanlık tüm Avrupa'da mutlak bir hakimiyet kazandı. Kutsal Roma İmparatorluğunun hükümdarlığı için Habsburg Hanedanı ve Fransa arasında çetin savaşlar dönemi başladı. 1519'da Kutsal Roma İmparatorluğu tacı için Habsburg Hanedanının varisi V. Charles ve Fransa Kralı I. François aday oldular. Kutsal Roma İmparatoru unvanına sahip olan her kim olursa, hem Eski Dünya'nın, hem de 1492 yılında keşfedilen Amerika kıtasının hakimiyetini elinde tutma şansına erişecekti. Osmanlı ve Fransa arasında kurulacak bir ittifak François'nın elini güçlendirebilir ve V. Charles'a karşı bir zafer elde etmesini sağlayabilirdi. François,   1536 yılında V. Charles'a karşı Fransızlar ve Osmanlı İmparatorluğunun bir ittifak oluşturması için elçisi Jean de la Forêt'yi Kanuni Sultan Süleyman'ın (1494-1566) huzuruna gönderdi [23]. Fransızların eliçisi Jean de la Forêt İstanbul'a yaptığı bu seyahatte yanına Arapça, İbranice, Latince ve Yunancaya ileri seviyede hakim, tarih bilgisi çok kuvvetli ve bilime meraklı bir tercüman olan Guillaume Postel'i (1510-1581) almıştı. Postel'in görevi, İstanbul'da Osmanlı tarafından muhafaza edilen, antik bilimsel kaynakları bulmak ve Fransa'ya götürmekti. Osmanlı bürokrasisi Postel'e hiçbir zorluk çıkarmadı ve istediği tüm antik eserler kendisine verildi. Fransa ve Osmanlı ittifakı I. François'nın İtalya'nın kuzeyinde, Flandr'da, V.Charles'a karşı savaşını kaybetmesi, Osmanlı donanmasının da İtalya'nın güneyinde Nice şehrinin kuşatmasında başarısız olması ile sona erdi. François taht mücadelesini kaybetti. Osmanlı İmparatorluğu ise hem Fransa ile hem de Avrupa ile ilişkilerini zedelemiş oldu. Postel ise İstanbul seyahatinden elde ettiği önemli bilimsel kaynaklarla beraber yurduna geri döndü. Bu bilimsel kaynakların arasında Nasir al-Din al-Tusi'nin Tusi Çifti'ni açıkladığı Tadhkira eseri de bulunuyordu [24]. Doğu ve Batı arasındaki bu ve benzeri kültürel alış-verişler Güneş merkezli bir evren teorisini oluşturmak için gereken teorik altyapıyı Avrupa'ya sağlamıştı. Güneş merkezli evren teorisini ispatladığı eseri Göksel Kürelerin Devinimi Üzerine'de (De Revolutionibus Orbium Coelestium) Nicolaus Copernicus (1473-1543), Tusi Çifti'nden yararlanıyordu (45.12).

45.13. Copernicus'un modelinde gezegenlerin düzensiz hareketleri.

Bir rivayete göre, Copernicus bir ömür emek verdiği kitabının baskıya hazır halini ölmeden hemen önce girdiği komadan uyanarak görmüş ve eserinin bitmiş halini görünce huzur içinde ölmüştür. En değersiz konularda bile gereğinden fazla düşünmüş olan filozofların Dünya'ya özgü mekanizmanın hareketlerine dair ortaya kesin bir şema koyamaması onu hayatı boyunca rahatsız etmişti. Bu yüzden ulaşabildiği ölçüde bütün geçmiş filozofların kitaplarını yeniden gözden geçirmeyi kendine bir görev bildi. Mısır, Antik Yunan, Antik Roma ve diğer antik devletlerin gökbilimcilerinin tuttukları kayıtları inceleyerek kendi içerisinde tutarlı bir evren modeli oluşturdu. Copernicus'un evren modelinde Güneş sabit yıldızlar küresinin merkezinde, gezegenler ise aynı düzlemde Güneş'in etrafında sabit hızlarla döndükleri yörüngeler üzerindedirler. Gezegenler, Güneş'e olan uzaklıklarına göre yakından uzağa Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter ve Satürn olarak dizilidir. Copernicus'un evren modeli gezegenlerin düzensiz hareketlerine de oldukça makul bir açıklama getirir (45.13). Böylece, Göksel Kürelerin Devinimi Üzerine yalnızca göksel düzenin hakikatini açıklamakla kalmamıştır; kendisinden sonraki bilimsel aydınlanmanın ve geleneğin zorlayıcı kabullerine karşı da sorgulayıcı aklın bir sembolü olmuştur [25].

45.14. Flammarion gravürü [26].

Göksel kürelerin devinim prensiplerinin gözlem ve geometrinin yardımları ile anlaşılması bir süre sonra Aydınlanma Çağı filozoflarına Firmamentum'un da sırlarının peki ala çözülebileceği fikrini vermiştir (45.14). Çıplak göze sabit görünen yıldızların, göksel kürelerin hareketlerine aykırı davranan kuyruklu yıldızların ve hareketli yıldızların (gezegenlerin) sırlarının anlaşılması ise teleskopun icadını beklemek durumundaydı. Öyle ki, Güneş bile o dönemde hala birçok sır barındırıyordu. Hay bin Yakzan öyküsünde olduğu gibi hala Dünya'nın ısısının, Güneş'in ısısından gelmediği savunuluyordu. Hay bin Yakzan öyküsünde Güneş'in kendisinde ısı olmadığı, ışığı alma yeteneğinin, yalnızca parlak ya da mat yoğun cisimlerde bulunduğu aktarılıyordu. Güneş'in yoğun bir cisim olmadığı, arkasını gösteren saydam ve yoğunluksuz bir cisim olduğu ifade ediliyordu [13]. Bu tasvirden, Güneş'in göksel küreler üzerinde konumlandırılmış ilahi bir boyuta açılan bir pencere gibi algılandığı anlaşılıyordu. Fakat teleskopun icadı ve Christoph Scheiner, Galileo Galilei ve çağdaşlarının gözlemleri ile Güneş lekelerinin ve Güneş patlamalarının gözlemlenmesi ile Güneş'in de bir gökcismi olduğu anlaşıldı. Aristoteles'in öğretileri üzerine kurulu kozmolojik öğretilerin geçerliliği böylece kalmadı [27]. Sayısız buluş ve gözlemden sonra gökcisimlerinin hareketleri ve evrenin yapısı üzerine ardı ardına keşifler yapıldı. Roger Cotes  1713 yılında Newton'un başyapıtı olan ve modern fiziğin temellerini oluşturan Doğal Felsefenin Matematiksel İlkeleri kitabının ön sözüne "Durağan yıldızların cisimlerinin ağır olmadıkları çünkü yerçekimlerinin henüz gözlemlenmediği söylenecek olursa, aynı nedenle ne uzamlı ne devinebilir ne de içine-işlenemez oldukları çünkü durağan yıldızların bu özelliklerinin de henüz gözlemlenmediği söylenebilir!" diye yazmıştı [28].

45.15. Horus'un Gözü [29].

En nihayetinde, Anaksimandros'tan Dante'ye, Antik Mısır Tanrısı Horus'tan Aydınlanma Devrine kadar aktarılan Güneş'in temsil ettiği değerler 18. yüzyıl İngiliz filozofu Jeremy Bentham (1748-1832) ile yepyeni bir anlam kazandı (45.15). Platon'un mağarasındaki esaretlerinden kurtulmak için ışığın kaynağına bakması gereken mahpusların aksine, Bentham'ın dairesel hapishanesi Panoptikon'un merkezinde bir kule bulunuyor ve mahpuslara bu kulenin aynalarından bir ışık yansıyordu. Mahpuslar kuleye ne kadar bakarlarsa baksınlar, asla orada bir gardiyan olup olmadığını göremiyorlardı. Böylece bu hapishanede kulede bir gardiyan bulunmasa bile mahpuslar her daim izlendiklerini düşünüyor ve kendilerine çeki düzen vermek zorunda kalıyorlardı [30]. Artık filozofların derdi mahpusları zincirlerinden kurtarmak değil, onları hücrelerinde uslu tutmak olmuştu.

KAYNAKÇA

[1]  GPN-2000-001138, NASA, Apollo 17: Harrison Schmitt & Ron Evans, 1967-07-12.

[2]  Naddaf, G., "On the Origin of Anaximander's Cosmological Model", Journal of the History of Ideas, Vol. 59, No. 1, pp. 1-28, 1998.

[3] Couprie, D., "The Visualization of Anaximander's Universe", Aperion, A Journal for Ancient Philosophy and Science, Vol. 28, No. 3, pp. 159-181, 1995.

[4] Platon, Devlet, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2009.

[5] Jan Saenredam, Plato's Allegory of the Cave, 1604.

[6] Johannes Kepler, Astronomia Nova Aitologetos, Sev Physica Coelestis, tradita commentariis De Motibvs Stellae Martis, Ex observationibus G.V. Tychonis Brahe, 1609.

[7] Kahn, C.H., "On Early Greek Astronomy", The Journal of Hellenic Studies, Vol. 90, pp. 99-116, 1970.

[8] Goldstein, B.R., "Copernicus and the Origin of His Heliocentric System", Journal for the History of Astronomy, Vol. 33, pp. 219-235, 2002.

[9] Riley, M.T., "Ptolemy's Use of His Predecessors' Data", Transactions of the American Philological Association, Vol. 125, pp. 221-250, 1995.

[10] Andreas Cellarius, Planisphaerivm Ptolemaicvm, Siva Machina Orbivm ex Hypthesi Ptolemaica in Plano Disposita, 1661.

[11] Grant, E., "Celestial Orbs in Latin Middle Ages", ISIS, Vol. 78, pp. 153-173, 1987.

[12] Nicole Oresme, Le livre du Ciel et du Monde, BnF, Manuscrits, Fr. 565, fo69, Paris, 1377.

[13] İbn Sina / İbn Tufeyl, Hay bin Yakzan, Yapı Kredi Yayınları, 2012.

[14] Ashmolean Museum, Zakariya ibn Muhammad al-Qazwini: The Wonders of Creation and the Oddities of Existence (1203-1283), University of Oxford, EA1978.2573, 1978.

[15] Library of Congress Vatican Exhibit, Greek Astronomy, Image ID: Vat. ar. 319 fol. 28 verso math19 NS.15.

[16]  Dehghan, I., "Jami's Salaman and Absal", Journal of Near Eastern Studies, Vol. 30, No. 2, pp. 118-126, 1971.

[17] Ragep, J., "Copernicus and His Islamic Predecessors: Some Historical Remarks", History of Science, 45, pp. 65-81, 2007.

[18] Gustave Doré, Rings of Glowing Souls, 1868.

[19] Kren, C., "The Rolling Device of Nasir al-Din al-Tusi in the De spera of Nicole Oresme?", Isis, Vol. 62, No. 4, pp. 490-498, 1971.

[20] Clagett, M., "Some General Aspects of Physics in the Middle Ages", Isis, Vol. 39, No. 1/2, pp. 29-44, 1948.

[21] Dante Alighieri, İlahi Komedya, Oğlak Yayıncılık ve Reklamcılık, 1998.

[22] Nicolaus Copernicus, De Revolutionibus Orbium Coelestium, Libri VI, Hennepetrina, 1565.

[23] Halil İnalcık, Kuruluş ve İmparatorluk Sürecinde Osmanlı: Devlet, Kanun, Diplomasi, Timaş Yayınları, 2011.

[24] Saliba, G., "Arabic Science in Sixteenth-Century Europe: Guillaume Postel (1510-1581) and Arabic Astronomy", Suhayl, Vol. 7, pp. 115-164, 2007.

[25] Nicolaus Copernicus, Göksel Kürelerin Devinimi Üzerine, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2010.

[26] Camille Flammarion, L'Atmosphere: Meteorologie Populaire, Hachette, 1888.

[27] Galileo Galilei, İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyalog, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008.

[28] Isaac Newton, Mathematical Principles of Natural Philosophy, Vol. 1, No. 1, HD. Symonds, 1803.

[29] Eye of Horus, Robert Harding/National Geographic Society, 2008.

[30] Pertuiset, N., "The Floating Eye", Journal of Architectural Education, Vol. 43, No. 2, pp. 7-13 1990.